6 Aralık 2009 Pazar

Kulaklı Şapkalarımızı Takalım / 2012

 
Son birkaç aydır  fragmanları her yerde dönüyordu. Hem filmin gösterim tarihinin hem de bahsi geçen kıyametin yaklaşmış olması filmi daha bir çekici kıldı. Beklenen ilk vakit geçtiğimiz birkaç hafta evvel gelip çattı...

Ve biz de nihayet o şerefe nail olduk...

Roland Emmerich'in bir önceki felaket filmi "Yarından Sonra"yı özellikle Jake Gyllenhal için izledikten sonra bir şeyler kafamda oluşmuştu ancak 2012 sayesinde taşlar daha fazla yerine oturdu. Emmerich filmlerinde çok popüler starları kullanmak yerine "kitlesi olan" oyuncuları tercih ediyor. Bunun ne gibi bir avantajı var derseniz bence gayet basit. Bir kıyamet-aksiyon filminin içini doldurmak için yeterli bir varyasyondur. Kaldı ki John Cusack'ın filmografisi sağlamdır.

Filmin öyküsü filmde en fazla eleştiri alan bölüm olsa gerek. Ve bunu söyleyen hiç kimse haksız değil. Aslında filmi izlerken "Yarından Sonra"yı daha gelişmiş efektlerle yeniden izliyormuş gibi oldum. Temelde aynı meseleye sahip senaryo, yani sorunlu aile kıyamete düşünce yeniden toparlanır. Hani iyi günde - kötü günde durumunu tasdiklercesine...

İyi de fragmanlarda neden yanılttınız bizi diyorum şimdi. "Ama adamım fragmanlar zaten bir yanılsamaya hizmet eder" diyor içimde basbas bağıran ses. Ya mayalar diyorum o sese... İyi de "Hollywood" diyor o ses bana... Susup kalıyorum.

Mesele gayet basit. Çokça para harcanan bir film. Senaryosunun berbatlığını nasıl kamufle eder. Sağlam bir reklam kampanyası ile... Ve yönetmen bize sadece bir önceki kıyamet filminden biraz daha fazla efekt sunar. İyiler - kötüler - hainler; hepsi abuk bir öykü içerisinde daha da abuklaşarak sanki günah çıkartmak istercesine sunulur izleyene. Ama bu gerçeği değiştirmez.

"2012"nin vaadi sadece görsel bir ziyafet. Ve gerçek şu ki; dehşet verici bir ziyafet... Müthiş bir seyirlik. Ama hepsi bu... Hollywood bu denli büyük bir filme sağlam bir öykü çıkartamıyorsa aslında kendi kıyametini resmediyor demektir.

Sonuç;
Kulaklı Şapkalar takmak gerekiyor. İnsanı kandırıp türlü vaatler sunan fragmanlara ve reklam kampanyalarına karşı...

12 Kasım 2009 Perşembe

District 9 - "Virüs bulaştırıp yokedelim"



Nedir bu "9"un kerameti diyor insan kendi kendine. Tim Burton ve Bekmambetov, Shane Acker'a kol kanat gererken, "Dıstrıct 9"da bir diğer büyük şahsiyet Peter Jackson, Neill Blomkamp'a gelecek sizden sorulur diyor bir anlamda...

"Blair Cadısı"nın yarattığı atmosferi bir bilim-kurgu filmde yaratmak tahmin edileceği gibi oldukça zor bir iş. Sanki herşey gerçekmiş gibi yapacaksınız ve bunu yığınla efekt ve modellemeyle başarmaya çalışacaksınız... Tam da havada asılı kalmış koskocaman bir uzay gemisinin altında...

"Dıstrıct 9" filmin yarısından fazlasında "gerçekmiş" hissiyatını fazlasıyla iyi başarabiliyor kanaatindeyim. Bir yerden sonra işler karışıyor. Ve bu aslında çok da önem arz etmiyor. Çünkü siz zaten filmin içine girmiş ve bir şekilde kendisinden olmayanı yok etmekle uğraşan insanla uğraşmaya başlıyorsunuz.

Filmdeki alt metin oldukça net... "Benden değilsen yok ol"

Her seferinde bilim-kurgu filmlerinde gözümüze-gözümüze sokulan saldırgan ve yok eden uzaylı mitini değiştirip oraya "insan"ı (tam da olması gerektiği gibi-çünkü biz yok ediciyiz-) yerleştiriyor. Ve Blomkamp bunu yaparken; her seferinde itip-kaktıklarımızın, yolumuzu değiştirdiklerimizin, olmalarını istemediklerimizin yerine koyuyor uzaylıları... Varoşlara -kenar mahallelere- bir göçer edasıyla yerleştiriyor uzaylıları... Ve birileri şunu söylüyor...

-Virüs bulaştırıp yoketmeli bu uzaylıları.

Çok tanıdık geldi değil mi... İnanın bana da...

Çok beğendim "Dıstrıct 9"u... Ve kesinlikle izlenmeli... Ve hatta defalarca...

8 Haziran 2009 Pazartesi

Sindirilmiş Çocukların Defterinden VI

Tam da o yıllara denk düşer, zorla oynayabildiğimiz taştan kaleli ve plastik toplu mahalle maçlarımız. Sokağımızın huysuz ihtiyarları bahçelerine kaçmasını bırakın kapının önünde pusuda beklerlerdi toplarımızı, ellerinde bıçak ile. O zaman düşünememiştim bunu neden yaptıklarını. Eğlenen çocuklara bu denli tahammülleri olmadığını... Bütün tahammülsüzlüklere rağmen pazar günü öğleden sonra başlayan ve geç saatlere kadar süren maçlar yapardık. Durmaksızın... Yüzümüz kurumuş terden lekeli lekeli olurdu. İllallah ederdi mahallemizin huysuz sakinleri...

Yıllar hem de çok uzun yıllar sonra bir pazar günü...

"Tekrar gelin yavrum. Her pazar gelin." temennileriyle başladı maçımız. Taşların yerini çöp konteynırları aldı. Sahipsiz kalmış sokağımızın ufaklıkları doldurdu hemen duvar kenarlarını. Herşey 15 yıl önce bırakıldığı gibiydi.

Kazım Abi eşi gelince panter kesiliverdi kalede, Önder Abi o kilolarına yenilerini eklemesine rağmen kıvraklığından hiçbirşey yitirmemiş, bir de güler yüzünden, Ersin Abi hep artistti, Kardeşlerim yine ayrı takımlara düşüp birbirini yediler... Ben... Yine çok "düş"tüm...

Yani her şey eskisi gibiydi...

Kim mi kazandı?

Bitiremedik ki...

Asım Amca hala yaşıyormuş... Çok sevindik...

Gelip kalemizi bozdu...

Tıpkı eskisi gibi...

18 Nisan 2009 Cumartesi

Sindirilmiş Çocukların Defterinden V

Ağlayan bir kadın gördüğümde içim çok acır. Bir de iç çeke çeke yüzünü döken bir çocuk aynı acıyı yaşatır bana. İkisi de aynı sokaktan arta kalandır aslında.

Kapısının önünde diz çöküp, burnunun kenarından akan sümüğü dudaklarına sızıyorken hıçkıran çocuğun annesidir içerideki. Yaşamın ağır yükü yetmezmiş gibi bir de kurtarıcı külhanbey efendisinin yükü biner bedenine. Kah yüzüne, kah beline... sözle, dille, kahpelikle... Öyle bir minnettir ki kalmasını sağlayan, çekip gidemez ardına bakmaksızın, terkedemez.

Kenar mahalle kadınlarıdır onlar. Çocukluğumun geçtiği, taştan kaleler kurup maçlar yaptığımız sokaklarda işten dönüşlerine yaptığımız tanıklık kadar keyifli olmazdı külhanbeylerini görmek. "Naber lan" diye sevimli olmaya çalışmaları bir arınmaya muhtaçlığın ilk işaretiydi. Topukları ezik kunduraları ile bir hayatı ezmeye giderlerken ağız dolusu küfürler ederdim sessiz sedasız. Ezilirken de gidemezlerdi. Ağlamaları küfürlerim gibiydi. Gidemediler. Kötü yol kabusu ile sindirilişlerinin farkına bile varamadan kurtarıcıları ile yaşamaya devam ettiler.

Seni pez...klerin elinden kurtardım diyene kadar tüm el-pençe-divan'lığı ile itaat etmeye devam edenlerin dönmemesi umuduyla...

27şubat2009/serkank.

Sindirilmiş Çocukların Defterinden IV

Çocuklukten yeni çıkmaya başlamışken paravanın arkasına saklanan gençler seçerlerdi birbirlerini. Bir gecelik limuzinli çıldırışa yelken açma derdiyle. Şov dünyasının yeni yetme, aparma, uyarlama dönemleriydi. Çok kınamışlardı "saygıdeğer" büyüklerimiz. Kirlenmişlikten dem vurdular, gençlerin "haklı" yitişlerine öfke duydular.

Kaç yüzü vardı maskelerimizin. Bilen var mı? Devran döner dedikleri bu muydu?

Büyüklerimiz bir paravanın arkasında bir ömürlük çıldırışlarına partner buluyorlar şimdi... Bir ev ve maaşa satılıyorlar üstelik.

Kirlendiğini mi söyledi birileri yeni nesilin.

Dönüp aynaya bakın ve kendinize küfredin şimdi ağız dolusu. Sattığınız bedenlerinizi örtüğünüz şovlar eşliğinde...

Pardon şu an meşgulsünüz sanırım...

Hepiniz...

Yemektesiniz...

30ocak2009 / serkank.

Sindirilmiş Çocukların Defterinden III

Ve karne heyecanı;

15 gün tatile girmenin verdiği heyecanı hatırlıyorum. Soğuk kış günlerine denk gelen ve ile de ille sıcak soba eşliğinde geçecek günlerin başlangıcı. Ödevler verilecek, ıkına sıkıla onlar yapılacak. Ama yaz tatilindeki gibi gidip kirvemizin yanında çalışmayacaktık. Evdeydik...

Ahhh bu tatilin müjdecisi karnelerimiz. Güzel divit uçlu dolmakalemlerle doldururdu öğretmenlerimiz. Güzel el yazıları ile... Bir heyecan içerisinde gelir ve akşam anne-babalarımızın dönüşünü beklerdik gururumuzu okşayacak sözler duymak için. Özene bezene yazılmış bir karneyi göstermek ne keyifti ama... Saklardı annelerimiz sene sonunda gelenleri...

Şimdi ise;

Kızım üçüncü kez karne getiriyor evimize. Ben kendisine hissettirmeden aynı öfkelere dahil oluyorum her seferinde. Bir yazıcıdan yazdırılmış bir kağıdı sıkıştırıyorlar ellerine "karne" diye. Bir dönemin emeğini bir makineden çıkartıyor sistem artık. Öğretmenin el yazısını göremiyorlar. Bir poşet dosyanın içerisinde muhtemelen gider kısıtlama durumuna kurban ediliyor "el yazması karne"ler.

"Başarılarının devamını dilerim" en kopyala yapıştır hallerinden, bir de "iyi tatiller"...

26ocak2009 / serkank.

Sindirilmiş Çocukların Defterinden II

Apartman dairelerine sıkıştırılmış mahallelerde yaşamaya başlamadan çok önceydi bütün bu anlattıklarım. Tam da neyin ne olduğunu anlamaya başlayacağımız dönemlerdi. Ama ne feci ki kısmi buhranlar yaşamış ailelerin çocukları oluşumuzdan kaynaklı marazlarımız vardı bir miktar. Okumayı "anarşik" olmaya eş kılardı babaannem. Korkudan kitaplarını yakanlar vardı biz küçükken... Büyüdük... Feci olanı gördük... Korktukları için insanları yakıyorlardı artık.

Hep bir yanılsama içerisinde kalıyorum. Biz büyüdükçe mi kirlendi dünya, biz mi kirlendik yoksa???

Bir bayram geçti. Ardından bir bayram daha. Şimdiyse yılbaşı geliyor. Yeni yıl... Çocukluğumuzun en hareketli günleri. Neyi unuttuk biliyorsunuz değil mi? Kartpostalları...

Evet, evet... Kartpostalları unuttuk. Adana'ya her bayram yığınla kart atardık. Anneaneme, dedeme, dayılarıma, teyzeme... Sonra... Cevapları gelirdi her birinin. Ama mutlaka. Küçük yiğenlerin elleri çizilirdi. Ve mektuplaşılırdı. Bir kağıda sinen bir tenin kokusunu almayalı ne çok oldu kahretsin ki...

Yaz tatillerinde mahallemize gelen yaz aşklarımız olurdu. Sonra onların yazacakları mektupları bekler, gelir gelmez sayfalarca cevaplar yazardık...

Şimdi ise bir yeni yıl arefesinde günah çıkartıyorum, bir klavye ve bir ekran aracılığı ile asla ben gibi kokmayacak olan bir blog sayfasında...

23aralık2008 / serkank.

Sindirilmiş Çocukların Defterinden

Bayram geliyor... Yaz aylarına ya da ilkbaharın sonlarına denk düşerdi. Tatlı telaşe vakitleri. İlle de bir bayramlık alma zorunluluğu yüklenmiştir ana-babamıza. Ve onlar bozuk ekonomilerine rağmen alırlardı. Marka olmazdı elbette, çakma olurdu ama yeni ve bizim olurdu. Alışverişe tanıklık etmişliğimiz söz konusu değildir ayrıca. Alınır ve getirilir. Ana-Babanın tercihlerine ve zevklerine güven(d)ir(il)dik. Çocuk aklımla bunun bir dayatma olduğu çözümlemesine varamazdım açıkçası. Yeni bir kıyafetin ve ayakkabının yanında bu sorgulamaya vakit harcamak ne kadar anlamsızdır tahmin edin. (Ah unutmadan o kıyafetler ille de bayram sabahı giyilirdi. Adı üstünde "Bayramlık")

Kurban Bayramı... Sevmezdim... Büyüdüm (yaş itibari ile) ve değişmeyenlerimden birisi hala bu durumdur.

Tatlılar yapılırdı ve bizim favorimiz cevizli tel kadayıftı. Bir de bol tarçınlı sütlaç. Valide Sultan sütlaç kısmıyla, Babam kadayıf kısmıyla ilgilenirdi. Sokaklardan fırınlara götürülen tepsilerle teyzeler geçerdi. Acaip bir telaş içerisinde geçerdi bayram öncesi son iki gün. Ve ille de ille tatile gidilmezdi.

Bayram sabahları tertemiz olurdu sokaklar. Kadınlar ellerinde süpürgeleri ile kapılarının önlerini yıkarlardı. Bu temizlik kurban bayramlarında alt-üst edilirdi. Bahçelerde ya da kapı önlerinde ve çocukların gözü önünde keserlerdi hayvancıkları. Kurban edilirlerdi "cennet" uğruna...

Bayram geliyor...

Sahte gülümsemelerin takınılıp ardından "güzel insan" olmaya çalışılacak güzel günler silsilesi...


6aralık2008 / serkank.

12 Şubat 2009 Perşembe

Kötü Polis








Görev dağılımında yine sevmediğim bir iş düştü payıma. Neyse ki iş aşkıyla yanıp tutuşmuyor umarsız bünyem. Bilirim; eğer ciddiyetle yaparsam işimi, her gece yeni bir kâbus için keskin dalışlar gerçekleştirir uykularıma karabasanlar. Ve ben vicdanımın karabasanlarından çok korkarım.

Şimdi başucunda nefesini kontrol ediyorum.
İçime su serpiliyor…
Kalp atışını hissediyorum…
Yaşıyorsun...

Çatık kaşlarım yüzünden çizgilerim artmaktayken bile neden vazgeçemedim bu üzerime oturmayan giysiden. Bir çocuk hüznü gibi akmalıyken salya sümük kağıtlara, bir zırha kurban edildim. Ve her aynaya bakışım ayrı bir ayaklanmanın başlangıcıydı. Tek direnişim göz yaşartan bombalara karşı. Yaşarmaması gereken gözlerimi, yeşermesi gereken düşlere gönüllü kurban etmiştim…

İzlediğimiz filmlerdeki gibi bir hayat bırakmalı
İçinde naiflik kalmalı
Avuçlarının içi gibi hep sıcak
Hiçbir betimlemeyi yakıştıramadığım gözlerin gibi
Hep anlamlı kalmalı…
Hayat;
Senin gibi güzel olmalı

Ona buna bağıran huysuz bir ihtiyar gibi sürekli söylenişlerim artık zıvanadan çıktığımın resmedilişi olur ve kimse bilmese de en çok beni öfkelendirirdi. Böyle vakitlerde gidip kendimi sonsuz sessizlik kuyularında bir çığlığa kurban ederdim. Kimse duymazdı, kapattığım kepenklerin dağılmış bilye seslerini. Kötü polistim ben ve sensizlik duygusunun çöktüğü her an, bir meyhane sazı gibi inim inim inler bulurdum kendimi en arabesk şarkılarda…

El bebek gül bebek yetiştiremiyorsam seni
Bil ki tek sebebi hazırlıksız yakalanmamandır,
Bu illet-i cihan'a.

Kırılganlığına set olmak
Giydiriyor bu uygunsuz zırhı gözlerime

Oysa ben;
Sen her uyuduğunda...
Tacımı itinayla çıkartıp...
Tacının yanına koyuyorum…




Tatlı Su Balığı'ma...
Prenses'ime...

Kızıma...

serkank.
2009şubat10



22 Ocak 2009 Perşembe

"Sonbahar"ın İzleri...


"Çok güzel çalardın" der annesi Yusuf'a. Yusuf başlar, döndükten sonra ince ince emek verdiği tulumu çalmaya. Anne kalkıp pencereye yürür... Sonra... Hayatım boyunca izlediğim en şık veda sahnesini izlerim beyazperdede.

Hayatının en güzel yıllarını sosyalizme veren, ve özlemlediği güzel günler yüzünden hayatı elinden alınan Yusuf'un hikayesini onurlu bir şekilde hiç ajite etmeden sunar yönetmen Özcan Alper bizlere. Yusuf'un geçmişiyle, çektiği acılarla kör gözüm parmağına tavrıyla ilgilenmez. Makyajsız... Makyaja gerek duymamasının sebebi ise filminde Vanda Dayı ile selam çaktığı Çehov'un dediği gibi sokağını anlatmasıdır. Sokağı sadece Hopa değildir elbette. Yusuf'tur, Eka'dır, Mikail'dir...

Sinema tarihine geçecek kadar değerli bir sahne vardır filmde. Fragmanlarını izlerken bu filmi bu sahneden dolayı izlemeliyim diyordum. Yusuf'un iskelede yaşama karşı kabaran öfkesini Karadeniz'in hırçın dalgaları dile getirir.

Hani çok ağlamak istersiniz ve ağlayamazsınız. Sonbahar bunu yapıyor. Ağlatmıyor. Buna izin vermiyor. Sömürmüyor... Sunuyor...

Bu dünyada değildir Yusuf. Bunu anlamak çok zor değil. Mevsim onun mevsimi değilken yaylaya çıkmak ister. Ve sadece o bilir bu "son"bahar'ıdır. Tükettikleri "son" bahar'ı...

Bir kez daha söylemekte sakınca görmüyorum. Önünde saygıyla eğildiğim bir film daha izledim. Eline sağlık Özcan Alper. Makyajsız filmin makyajsız ve kendini kirli popülizmden korumaya çalışan Onur Saylak (Yusuf)'a da ayrıca tebrikler.


Dip Not 1: "Sonbahar" Altın Koza'da aldığı ödülü Yılmaz GÜNEY'e, Altın Portakal'daki ödülü de, gözaltında işkenceyle öldürülen Engin ÇEBER'in annesine armağan etmiştir.

Dip Not 2:Bu yazıyı yazarken Kazım Koyuncu "Ernesto"yu söylemekteydi. Sözlerinin tercümesi...


Ernesto
Biliyorum
Bir yıldız yağmuruna tutulacağım
Toprak çökecek
Başım dönecek, arkamda seni bulacağım
“haydi” diyeceksin ernesto gibi
Gidelim
Yıldızların çok olduğu
Bir gökyüzü altına

Hamburger Cumhuriyeti - Linklater çitleri kesiyor...


Yönetmen : Richard Linklater
Senaryo : Richard Linklater , Eric Schlosser (Kitap)
Oyuncular : Catalina Sandino Moreno , Ethan Hawke , Greg Kinnear , Kris Kristofferson , Luis Guzman , Patricia Arquette


Filmin yönetmeni Linklater'ı elimden geldiğince takip ederim. Dehasına rağmen büyük projelerde yer almaz. Ama projesi onun sayesinde büyür. Kaset - Tape'i izleyip kendisine ve hayran kalmamak ve takipçisi olmamak pek mümkün değildi açıkçası.

Filmin ismine baktığınızda hafif bir yapımla karşı karşıya olduğunuzu düşünebilirsiniz. Ama açılış sahnesiyle size yanıldığınızı açıkça gösteriyor film. Eric Scholesser'in aynı isimli romanından (Metis yayınlarından 2004'te yayınmlandığını henüz öğrendim) uyarlanan film ciddi bir politik söylem de içeriyor. Masamıza sipariş ettiğimiz "kocaman"ın ardında neler yaşanmakta onlarla uğraşıyor Linklater. Göçmenlerin sınırdan içeriye sokuluşlarıyla başlayıp, ucuz işçi arenasında ödedikleri bedele, işini kaybetmemek-taşınmamak uğruna göz yumulan fiyaskolara, büyük arazilere bankalar tarafından el konulup ardından emlak krallarına nasıl peşkeş çekildiğine ve genç protestocuların çaresizliklerine kadar uzanıyor film. Ve dahasını çok çarpıcı bir dille anlatıyor Linklater. Bir belgesel edasında büyük bir ustalıkla...

Fast-Food zincirlerine karşı zaten bir antipatim vardı. Şimdi daha da arttı. Film bittikten sonra eminim ki siz de bir daha hamburger yemeyeceğinizi söyleyeceksiniz. Tıpkı "Kara Elmas"ı izledikten sonra pırlanta takmayacaklar gibi.

Filmin bir sahnesinde genç eylemciler sığırların çitlerini keser. Ama sığırlar orayı terk etmez. Gençler yaklanma pahasına onları dışarıya çıkarmaya çalışırlar. Ancak; sığırlar uyuşturulmuştur. Terk etmezler...

Linklater çitleri kesiyor "Hamburger Cumhuriyeti"nde. Holywood'un en baba finansörlerini karşısına alarak hem de...

İyi Seyirler...

Ulak - Bana Bir Masal Anlat Çağan...


ULAK


Yazan - Yöneten
Çağan IRMAK

Görüntü yönetmeni
Mirsad Herovic

Müzik
Evanthia Reboutsika

Oyuncular
Çetin Tekindor
Hümeyra
Yetkin Dikinciler
Şerif Sezer
Kaya Akkaya
Melis Birkan
Feride Çetin

Internet adresi
www.ulakfilm.com



Yorumum;


Dertli masalcıların kimilerini rahatsız edecek bir masalı mutlaka vardır.

Çıkınında çokça masalı olduğu anlaşılan Çağan IRMAK, yeni olmayan (belki son bulmayacak olan) bu topraklarda çokça yaşanan ve bir o kadar da yürek sızlatan bir masalı anlatmaya soyunuyor Ulak'ta.

Dertli olduğunu sonradan öğreneceğimiz Zekeriya aslında Irmak'ın ta kendisine ve anlattığı zamansız mekansız öyküsü tam da bu coğrafyada belirli aralıklarla yaşanılan katliamlara denk düşmektedir. Zekeriya'nın masalı bir katliam masalı. Düşünen, yazan ve üretenlerin katliamının masalı.

Bir baba-oğul öyküsünü merkeze koyuyor IRMAK. Kimi zaman bel-altından saldırıyor diye eleştirdiğim yönetmen maalesef bunu layıkıyla ve yerinde yapıyor. Hassas bölgelerimize saldırıyor. Gerçekten hakkettiğimiz sorgulamaların içinde boğulmamızı istiyor. Yüreğimizi burkuyorken boğazımızı da sıkıyor.

Son sözüme geçmeden önce filmin müziklerinin filmin neredeyse önüne geçecek kadar iyi olduğunu belirtmek isterim. Kesinlikle özenli bir çalışma. Takdire şayan...

Filmden bir dörtlük var ki, paylaşmak isterim...

"Yapan kadar, bilip susan da günahkardır
Görmediniz duymadınız konuşmadınız
Dili olmazsa insan neyler
Yapan kadar bilip de susan da zalimdir..."


Son sözüm; Hepimiz günahkarız, hepimiz zalimiz...

Bknz. Madımak Katliamı...

V For Vendetta


V For Vendetta

Yönetmen: James McTeigue

Senaryo: Andy Wachowski, Larry Wachowski

Oyuncular:

Natalie Portman - Eve
Hugo Weaving - V


Yorumum;

"Halklar hükümetlerinden korkmamalıdır. Hükümetler halklarından korkmalıdır." V

Kimi filmler için söyleyecek söz bulamazsınız. Çünkü film aslında o kadar çok şey söyler ki sizin söyleyecekleriniz her seferinde eksik kalacaktır. İşte "V" nin durumu budur. Filmin bitiminde oturduğunuz yere mıhlanır kalırsınız. Sokağa çıkmak istemezsiniz. Çünkü filmin içinde kalmışsınızdır. Çıkarsanız gerçek yine tokat gibi çarpacaktır yüzünüze. Ve bu ne yazık ki şu anda istediğiniz en son şeydir.

Bir kahraman; bir maskenin ardında ve asıl derdi parlamento binasını yoketmek. Tam 400 yıl önce aynı niyetteki kraliyet karşıtı Guy Fawkes'in yapmak istediği gibi. Bir binayı yoketmekle olur mu diye düşünenlere "V" cevap veriyor: "Binalar semboldür. Yoketmenin sembolü. Sembollere insanlar güç verir. Tek başına semboller anlamsızdır. Ama yeterli sayıyla binaları uçurmak dünyayı değiştirebilir."

Elbette dünya değiştirilebilir. Filmi izledikten sonra bunun aslında o kadar zor olmadığını düşünüyorsunuz. Dünyayı değiştirmek kolay ama korkularımızdan sıyrılmak ve sahip olduğumuzu sandığımız şeylerden vazgeçmek ne yazık ki o kadar kolay değil. Madde bağımlısı olmuş bünyelerimizi uyandırmak her geçen gün daha bir zorlaşıyor. Uyuşturulduk... İşte bu yüzden dünyayı değiştirmek isteyenlere (eğer bir filmde karşılaşmıyorsak) güzel gözlerle bak-a-mıyoruz.



"Bu maskenin ardında bir yüz var ama o ben değilim.
Bu maskenin ardında etten fazlası var...
Bu maskenin altında bir fikir var. Ve fikirlere kurşun işlemez..."

"-Kimdi o?
-O monte Cristo kontuydu
Babmdı, annemdi, kardeşimdi, arkadaşımdı...
O sizdiniz...
Ve bendim...
O hepimizdi... "

En başta da söylediğim gibi, kimi filmler için söyleyecek söz bulamazsınız. İşte öyle bir film "V"...

Birlikten Kuvvet Doğar... Filmden arta kalan yığınla düşüncenin ardında burada takılıp kalıyorum. Ne de güzel becerdiler yıllarca. Hükümetlerin istediği birlikten onların kuvveti doğar. Ve bizler kendi gücümüzün farkındalığından uzakta korkmaya devam ederiz.