25 Kasım 2010 Perşembe

"9"


DOKUZ

Huzursuz ruhlar vahşi hayvanlar gibidir. Evcilleştiremezsin…
Güneş pencereyi delercesine odaya dalıp yatağın tamamına yerleştiğinde açamadığı gözlerini yorganın altına saklamaktan başka çaresi kalmamıştı. Dışarıdan kendisini yeni bir kâbusa çağıran sesi de daha az duyuyordu şimdi. Başlamak zorunda kaldığı her yeni gün sancılarını kat be kat arttırıyordu. Sessizliğin gücü ruhunu ele geçirmeye başlamışken iyiden iyiye alıştığı karanlık yeniden uykuya dalıp rüyasına kaldığı yerden devam etmesini sağladı.
Fırtına’dan önceki dinginliğe düşmüştü. Yemyeşil bir zeminde acemice ayakta durmaya çalıştı önce. Önüne eğdiği başıyla sadece ayaklarına baktı. Geriye doğru iki adım attıktan sonra kafasını hafifçe kaldırıp ona odaklandı. Keskin bir uğultu kalbinin daha şiddetli atmasını sağladı. Düşüncelerini toplayıp ona doğru hızla yaklaştığında yapacağı hamlenin ardından ne olacağını kestirememek yolundan geri dönmesine engel değildi. Vakit gelmişti. Sağ ayağının dışıyla vuruşunu yaptığında, önce hafifçe yükselen top önündeki insan setini aştıktan sonra kalecinin beklemediği köşe direğinin dibine doğru hızla yol aldı. Yüzüne anlatılmaz bir sevinç oturduğunda kulaklarının içindeki uğultudan kurtulmuştu. Kalabalık hep bir ağızdan ismini haykırıyordu. Kollarını iki yana açıp kendi çevresinde dönerek koşmaya başladı. Ardı sıra yetişmeye çalışanlar onu tutup sevinçle sarıldıklarında hep birlikte çimlerin üzerinde bir kedi yumağı gibi dolandılar. Nerdeyse bitmek üzereydi, düdüğün ardından son vuruş yapılacaktı. Devam etmek için ayağa kalkmak istediğinde saha betona dönüşmeye başlamıştı. Kararmaya yüz tutan gök ile birlikte bir çocuk belirdi karşısında. Öfke dolu gözleri, ayakta durmasını sağlayan koltuk değneklerini işaret ediyordu. Kalkmak için bunlara ihtiyacın var dercesine.
Bir kâbustan kaçarken diğerine yakalanmanın verdiği acıyla çığlık çığlığa debelendi yorganın altında. Bağırmak istediği halde sesi çıkmıyor ve nefes alamıyordu. Üzerindeki örtüden kurtulduğunda, olmaması gereken bu yerde yüzündeki derin çizgilerden gözyaşları sızarken gördü annesini.
                                   Susmaya alıştığı vakit insanoğlu konuşmak zül gelir.
Masaya ağır bir sessizlik çöreklenmişti. Demi karaya çalan şekersiz çay, sahibini beklerken buruşmuş paketindeki son sigarayı çıkartıp yaktı. Titreyen dudaklarıyla bir nefes çektikten sonra, vurulmayı bekleyen bir atın gözlerindeki yakarışla baktı boş odaya. Adaletine inanmadığı bir dünyada bedeninin ruhuna ihanetine daha fazla katlanamıyordu. Eksik etek bir bitişe kurban edemezdi sonrasını. Bir başlangıca atabilecek ne bir adımı kalmıştı artık ne de gücü. Günlerdir aynı kâbusla uyanıp, aynı acı çayı içip, aynı ilmiği geçiremiyordu boynuna. Döngü halinde aynı sert fren patlıyordu kulaklarında. Sağır edercesine, acı bir çığlıkla ardına dek açılıyordu sessizlik hanının kapıları.
Taştan kaleler hazırlanırken mahalle aralarında, asla takıma seçilen olmamıştı. Gözlüklerini çıkartıp katılmak istediğinde bile merdivenlerde oturup izlemesi salık verilmişti. Bahçelere kaçan topu getirmek görevi biçilmişti üzerine. Ne sektirdiği bir topu olmuştu ne de kaleci eldiveni. Ve bir formanın sırtına hiçbir zaman ismini yazdıramamıştı.
Oysa yerde yatan küçük bir bedene doğru ilerlerken sırtındaki 9 numaralı formasının rengi kana bulandığında bile onun adını okuyabiliyordu...
                                   Uyanmak istemiyorsan eğer, asla sabahı bekleme!
Uzun zamandan sonra ilk kez evinin balkonuna çıkmıştı. Haftalar önce sakladığı paketten bir dal sigara çıkartıp yaktı. İçine çektiği duman bu yüksek binalar kadar boğmuyordu onu. Usulca gömleğini çıkartıp formayı giydiğinde gün batmıştı. Karanlık ağırlığınca çökmek üzereyken sigarasını masanın közden yanmış kenarına iliştirip ayakkabısını bağladı. Eline aldığı topu balkonun zeminine olabildiğince sert çarptığında aynı ses sağır etti kulaklarını.
Huzursuz ruhuna konuşmanın zül geldiği vakit sabahı beklemenin anlamsızlığıyla gökyüzüne doğru öfke dolu bir vuruş yaptı. Yukarı doğru süzülen top yükselebildiği kadar yükseldikten sonra aşağı doğru hızlandığında yakalayamayacağını bildiği halde balkondan dışarı doğru kollarını uzatarak atladı. Parmak uçlarını sıyıran topla aynı anda betona indikten bir süre sonra, sırtında isminin yazmadığı 9 numaralı formasının rengi değişmeye başlamıştı.


Hiçbir hafifletici sebep bir infazı engelleyemez.

                                                                                  Serkan KILIÇ
                                                                                  18ağustos2010


KARŞIN EDEBİYAT / Sayı 21

11 Eylül 2010 Cumartesi

Altıpatlar


laf aramızda
dedim...
aslında...
ben yokum.

en iğreti kahkahasını atıp
namluyu, dayadığı şakağıma biraz daha bastırdıktan sonra
tekrar etmemi istedi

yokum...
dedim

tetiği çekti...

başını önüne düşürüp sinsi bir gülümsemeyle uzattı silahı
savdığı sırası verimsiz geçmişti.

namluyu alnının tam ortasına nişanlayıp bastım tetiğe
gözümü kırpmadan…

yavaş ol
dedi…
olabildiğince sakin…
daha kaç kez oynayabilirsin bu oyunu…
zevkini çıkart…
kaç kez gelirsin hayata…
daha kaç kez ölürsün…

namluyu kendi ağzına sokarak tetiğe bastığında…
bir galibin ezen bakışlarını fırlattı silah ile birlikte üzerime
titreyişlerimi hiçe sayarak
sıra senin…
 dedi

göğüs kafesimin arasına sıkışmış bir namlu ile
parmağım anlaşmışçasına sona gitmiyorlardı…
ilmik geçirmedin mi hiç boynuna!
diye bağırarak boynumu kavradı
nefesim kesilirken düştü tetik

bak
dedi, bak…
kaç ilmik geçirdim sence
ve kaç kez ölemedim…
boynuna dayarken silahı

artık bu kez olsun bakışı inmişti gözlerine
bütün öfkesiyle asıldı…

sıra bana geldiğinde
bunun altıncı olduğunun ikimizde farkındaydık…
bana inanmadın…
dedim
bir oyunbozanlık yapıp silahı ona doğrulttuğumda

sana söylemiştim…

aslında ben…
yokum…
bu silah…
yok…

14 Şubat 2010 Pazar

Sindirilmiş Çocukların Defterinden / Bisiklet

Babaannemler ve amcamlarla birlikte oturduğumuz avludan ayrılalı çok olmuştu. Büyüyorduk! Onlardan ayrı ikinci evimizdi ve yine bir avlusu vardı. Sanki daha önce burada yaşamıştım hissi uyandıran o eski eve taşınalı iki yıl olmuştu. Onikinci yaşımı kutlamak için bir pasta edinmişti annem büyük bir coşkuyla ki anneler hep daha coşkuludur çocuklarının doğdukları günün kutlamalarında. (Aslında kutlanması gereken onlar olmalıyken esas oğlan biz olurduk.) Babam her pazar olduğu gibi yine bit pazarı gezintisindeydi. Bunu o zaman çok umursamadığımı hatırlıyorum. Biz zaten çok şey paylaş-a-mazdık. O para kazanmak zorundaydı, biz de okumak... Kutlamanın sonuna doğru gelmiş ve beni dışarı çağırmıştı. Avluda paketlenmemiş, süslenip cilalanmamış, boynuz direksiyonlu ve incecik tekerlekli bir yarış bisikleti duruyordu. Bit pazarından, oldukça cüz'i miktara alınmış, oturağında ve direksiyonunda başka yaşanmışlıkların olduğu belli ama bunlara rağmen dünyanın en güzel bisikleti duruyordu karşımda. Oturağındayken pedallara ayaklarım zor yetişiyordu ama kendisine yetişemediğim ilk platonik aşkımla mahallede birlikte turluyorduk. İkinci el bir bisiklet ile adı konulamayan bir sevdaya ilk pedal atışımın yılları...

Günler, haftalar, aylar belki de bir kaçyıl sonra artık kardeşlerim de kullanmaya başlamıştı bisikletimi. Değerinin artması ona dokunan yaşamışlıkların da artmasıyla doğru orantılıymış. Büyüdükçe! anladım... Mahallede bisiklet sayısı artıyordu. Almanya'dan getirtilen kontra bisikletler en havalısıydı. Onların fren yapmalarına gerek yoktu. Bir pedal hareketi ile durabiliyordu. Üstüne üstlük artistik bir hareketle yapıyorlardı bunu. Biz ise frenimiz işlevini yitirdiği vakit tekerleğin arasına ayağımızı sokardık durmak için. Ta ki kardeşlerimden biri kaza yapana dek...

Yokuş aşağı... Fren yok... Panik... Kamyon...

Ufak tefek sıyrıklarla atlatılan bir kazaydı kardeşim için. Ama bizim için öyle değildi. Karanlığa gömülmüştüm. Babamın gazabının yarattığı korkuyla bütün kirli çamaşırlarımızı dökmüştük diğer kardeşimle birlikte... Bir kez daha (öncekini daha sonra paylaşırım) çok korkmuştum. Kardeşimin o kamyona çarpması bizim için bir dönüm olmuştu...

Yıllar ama az yıllar sonra...

Bir kez daha kamyon girdi hayatıma... Sadece beni değil tüm yurdumu karanlığa gömdü "bir dakika"lığına...

Biz üstünü örtememiştik...

Onlar...

Örttüler...

14 Ocak 2010 Perşembe

Kokuşmuşluğa Devam




“Nerde kalmıştık” diye bakıyor filmin sonunda kötü adam*ın gözleri. Hadi kokuşmuşluğa kaldığımız yerden devam edelim.

Bir film şaheser olma yolundan neden döner. Çünkü bu yol o kadar da tekin değildir. Çünkü sistem bunu söyler. Sisteme karşı çıkacaksanız bile bunu adabıyla yapmalısınız ki alacaklarınız (hasılatınız) etkilenmesin. Beslendiğiniz kültürün bünyenize zerk ettiği kadardır karşı durunuz.

Buraya kadar söylediklerimden anlaşılacağı gibi “Law Abiding Citizen” çok sıkı bir anti-kahraman filmi olabilecekken gereksiz gereksinimlerinden dolayı bu yola giremiyor. Adam öldürmek bir suçtur… Ve suç işlemek kötüdür… Mutlaka cezalandırılmalıdır! İşte öfkemin patladığı nokta. Son 10 dakikaya kadar son derece zeki kurgularla yarattığınız kahramanımızı hangi hakla klişelere kurban edersiniz. Maskesiz bir "V" olacakken Clyde Shelton’ı nasıl ahmakça yok edersiniz?

Mesele oldukça sıradan. Adamın karısı ve kızı katledilir. Sonra haliyle adalet, hak – hukuk, vs. adam gibi işlemez ve taşlar yerini bulmaz. Açıkta kalan boşluğu doldurmak -dahası yepyeni bir tahta- için adamımız kollarını sıvar. Tam da bu andan itibaren hikâyedeki kimi varyasyonlara takılmazsınız. Nedir bu varyasyonlar? Böylesi öykülerde Hollywood öyküye siyah-beyaz’ı yerleştirecekse mağdur ya da sistemle derdi olana siyahı, asıl kahramana ise beyazı yerleştirir. Bunu yapmayan film en başta hepimize eşit hukuk-suzluk- diyerek derdinin sistemle olduğunu deşifre ediyor. Ardı sıra yapılan ataklarla da bu adamın derdi intikam almak değil der izleyici filmin kötü adam*ının aksine. Israrla karanlık bir filme meyleden öyküyü yönetmenin (F.Gary Gray karanlık öykülerin yönetmeni değildir) ısrarla karanlıktan kaçırışı sayesinde "L.A.C.", özde benzeşmese de "Se7en" gibi çok sevdiğimiz filmler arasına giremiyor. Film; suçsuz insanları öldüren bir anti-kahramanı cezalandırmak yerine, başka bir son hazırlayacak cesareti giyinemiyor. Üstüne üstlük bunu, ana karakterin üzerine tam anlamıyla oturan bir giysisi mevcutken yapamıyor...

Oyunculuklara gelecek olursak iyi adam ve kötü adamın kim olduğu ciddi bir muallak olan filmimizde son dönemde (romantik-komedi’lerini saymazsak –P.S. I Love You hariç-) rüştünü fazlasıyla ispat eden Gerard Butler'ın Clyde Shelton performansı kendi filmografisinde en sağlam basamak olarak yer alacaktır. Jamie Foxx ise olsa da olurmuş olmasa da...

*Kötü Adam: Savcı...

Sindirilmiş Çocukların Defterinden / Arabesk

Beş hanenin bir avluya, bol aile ve bol çocuk ile sıkıştırıldığı zamanlardı. Bir apartmana koca bir mahalle ve bol yalnızlık sıkıştırmadan çok önceydi yani.

Geceleri kömür kokmayan sokaklarımızın -ki sobalarımızda talaş yakılırdı tatlı bir telaş ile- köşe başlarını kunduralarının topuklarını ezen yeni yetme mafyazonik tipler işgal etmeye başladığında ömrümüz arabesk şarkıların işgaline hazırlanıyordu. Bir ulusun acılarını unutturmanın en iyi yolu belki de insanların kendi acılarına dönmesini sağlamaktır. Biçare ve ağlayan adamlar şarkılarında ezilmişliklerine isyan ederken kimbilir hangi isyanların bastıranı olurlardı. Şarkıları gibi kendileri de yaralı kadınlar vardı. Hem yüzleri... Hem yürekleri... Ettikleri "Beddua"nın altında 9-8 lik vuruşlar yerine altın vuruşlar olurdu...

Arabesk'in damarlarımıza zerki çok erken oldu işin gerçeği. Ama çok uzun sürdü saltanatı. Kolay unutmaz insanoğlu diye düşünmüş olsa gerek devlet büyükleri -ki bu sebepten dayadıkça dayadılar-. Ama yalan yok yıllar geçtikçe dozu azalttılar. Yaz tatillerinde gönderildiğimiz konfeksiyon atölyelerinde ne kadınların ayıkladıkları iplik olurdu, ne de erkeklerin diktikleri kumaş... "Koparamam Kalbimi" derken göğüs telası işlenirdi ara ütücü tarafından, "Uçurumun Kenarı"na ile ayakçı yetiştirirdi makineciye parçaları, "Acıların Kadını" dönerken kasetçalarda bir diğer kadın kolların vatkalarını dikerdi -gözleri attığı (geçiremediği) ilmikte-, "Yalnızım" ile kollar birleştirilir, "Herşey Yalan" ile son ütüsü yapılırdı...

Hep sorular döner durur zihnimde. Bu insanlar gerçekten o kadar mutsuzlar mıydı diye?

Hangi mutsuzluklar biçildi üzerimize...

Hangi örtüler ile birlikte...

Sindirilmiş Çocukların Defterinden / Başlangıç

"12 Eylül Türkiye'nin üzerine asfalt çekti. Biz onu çatlatan otlar olmak niyetindeyiz"*

Derme çatma evlerin bulunduğu bir sokakta, sümüğümüzü kolumuza sürüyorken tanıştık oynadığımız oyuncakların gerçekleriyle. Sokağın köşesinde tüm soğukluğuyla duruyordu o koca tank ve bir kabus gibi ses çıkarıyordu. Sadece o vardı, bir de üniformalılar. Anlamlandıramadığımız sokağa çıkamayışlarımızın sebebini sonradan öğrendik. "Darbe" olmuş...

5'i bitirip 6'ya basmak üzereydim, üzerimize basıldığında ve sorgusuz bir geleceğe sinsi sinsi hazır ediliyorduk tüfekler omuzda. Korkunun bütün gözlere hükmettiği zamanlardı. En net bu kalmış aklımda o oyuncak katili tankın yanı sıra... Neden kitaplar yakılır ki dediğimizde gereksiz bir sıcaklık hakimdi odamıza. Evlerde saklambaç oynanmaz ki dememize fırsat vermezdi annelerimiz. Bir çırpıda kucaklarına alıp başımızı göğüslerine yapıştırıp sustururlardı bizi... İlk susuşumuz böyle başladı...

Sindirilen bir toplumun ilk meyveleriydik...

Ve en tehlikelilerine sahiptik...

Sindirilen bir anne ve sinişi sindiremeyen bir baba...

Herşey kötü değildi elbette -ve hatta keyifliydi de- şimdilerde merdiveni yarılayan bizler için. Güzel sunular hazırlanmıştı. Harika karakterleri olan çizgi filmlerimiz vardı tek kanallı televizyonumuzda. Uykudan önce anlatılan masallarımız (meğer ne erken uyutul-ur-muşuz), kahkahalar eşliğinde yollardı bizi Adile Teyze uykuya... Öncesinde değiş tonton vardı bir değişim haberciliğine soyunan... Geriye dönüp baktığımda görüyorum ki yarenlerimiz çok sağlamdı. Hepsi üzerine konuşmak gerek üstün körü geçmeden... Hiçbirini üzmeden...


* "Bornova Bornova" filminin yönetmeni "İnan Temelkuran"ın ödül konuşmasından...

6 Aralık 2009 Pazar

Kulaklı Şapkalarımızı Takalım / 2012

 
Son birkaç aydır  fragmanları her yerde dönüyordu. Hem filmin gösterim tarihinin hem de bahsi geçen kıyametin yaklaşmış olması filmi daha bir çekici kıldı. Beklenen ilk vakit geçtiğimiz birkaç hafta evvel gelip çattı...

Ve biz de nihayet o şerefe nail olduk...

Roland Emmerich'in bir önceki felaket filmi "Yarından Sonra"yı özellikle Jake Gyllenhal için izledikten sonra bir şeyler kafamda oluşmuştu ancak 2012 sayesinde taşlar daha fazla yerine oturdu. Emmerich filmlerinde çok popüler starları kullanmak yerine "kitlesi olan" oyuncuları tercih ediyor. Bunun ne gibi bir avantajı var derseniz bence gayet basit. Bir kıyamet-aksiyon filminin içini doldurmak için yeterli bir varyasyondur. Kaldı ki John Cusack'ın filmografisi sağlamdır.

Filmin öyküsü filmde en fazla eleştiri alan bölüm olsa gerek. Ve bunu söyleyen hiç kimse haksız değil. Aslında filmi izlerken "Yarından Sonra"yı daha gelişmiş efektlerle yeniden izliyormuş gibi oldum. Temelde aynı meseleye sahip senaryo, yani sorunlu aile kıyamete düşünce yeniden toparlanır. Hani iyi günde - kötü günde durumunu tasdiklercesine...

İyi de fragmanlarda neden yanılttınız bizi diyorum şimdi. "Ama adamım fragmanlar zaten bir yanılsamaya hizmet eder" diyor içimde basbas bağıran ses. Ya mayalar diyorum o sese... İyi de "Hollywood" diyor o ses bana... Susup kalıyorum.

Mesele gayet basit. Çokça para harcanan bir film. Senaryosunun berbatlığını nasıl kamufle eder. Sağlam bir reklam kampanyası ile... Ve yönetmen bize sadece bir önceki kıyamet filminden biraz daha fazla efekt sunar. İyiler - kötüler - hainler; hepsi abuk bir öykü içerisinde daha da abuklaşarak sanki günah çıkartmak istercesine sunulur izleyene. Ama bu gerçeği değiştirmez.

"2012"nin vaadi sadece görsel bir ziyafet. Ve gerçek şu ki; dehşet verici bir ziyafet... Müthiş bir seyirlik. Ama hepsi bu... Hollywood bu denli büyük bir filme sağlam bir öykü çıkartamıyorsa aslında kendi kıyametini resmediyor demektir.

Sonuç;
Kulaklı Şapkalar takmak gerekiyor. İnsanı kandırıp türlü vaatler sunan fragmanlara ve reklam kampanyalarına karşı...

12 Kasım 2009 Perşembe

District 9 - "Virüs bulaştırıp yokedelim"



Nedir bu "9"un kerameti diyor insan kendi kendine. Tim Burton ve Bekmambetov, Shane Acker'a kol kanat gererken, "Dıstrıct 9"da bir diğer büyük şahsiyet Peter Jackson, Neill Blomkamp'a gelecek sizden sorulur diyor bir anlamda...

"Blair Cadısı"nın yarattığı atmosferi bir bilim-kurgu filmde yaratmak tahmin edileceği gibi oldukça zor bir iş. Sanki herşey gerçekmiş gibi yapacaksınız ve bunu yığınla efekt ve modellemeyle başarmaya çalışacaksınız... Tam da havada asılı kalmış koskocaman bir uzay gemisinin altında...

"Dıstrıct 9" filmin yarısından fazlasında "gerçekmiş" hissiyatını fazlasıyla iyi başarabiliyor kanaatindeyim. Bir yerden sonra işler karışıyor. Ve bu aslında çok da önem arz etmiyor. Çünkü siz zaten filmin içine girmiş ve bir şekilde kendisinden olmayanı yok etmekle uğraşan insanla uğraşmaya başlıyorsunuz.

Filmdeki alt metin oldukça net... "Benden değilsen yok ol"

Her seferinde bilim-kurgu filmlerinde gözümüze-gözümüze sokulan saldırgan ve yok eden uzaylı mitini değiştirip oraya "insan"ı (tam da olması gerektiği gibi-çünkü biz yok ediciyiz-) yerleştiriyor. Ve Blomkamp bunu yaparken; her seferinde itip-kaktıklarımızın, yolumuzu değiştirdiklerimizin, olmalarını istemediklerimizin yerine koyuyor uzaylıları... Varoşlara -kenar mahallelere- bir göçer edasıyla yerleştiriyor uzaylıları... Ve birileri şunu söylüyor...

-Virüs bulaştırıp yoketmeli bu uzaylıları.

Çok tanıdık geldi değil mi... İnanın bana da...

Çok beğendim "Dıstrıct 9"u... Ve kesinlikle izlenmeli... Ve hatta defalarca...

8 Haziran 2009 Pazartesi

Sindirilmiş Çocukların Defterinden VI

Tam da o yıllara denk düşer, zorla oynayabildiğimiz taştan kaleli ve plastik toplu mahalle maçlarımız. Sokağımızın huysuz ihtiyarları bahçelerine kaçmasını bırakın kapının önünde pusuda beklerlerdi toplarımızı, ellerinde bıçak ile. O zaman düşünememiştim bunu neden yaptıklarını. Eğlenen çocuklara bu denli tahammülleri olmadığını... Bütün tahammülsüzlüklere rağmen pazar günü öğleden sonra başlayan ve geç saatlere kadar süren maçlar yapardık. Durmaksızın... Yüzümüz kurumuş terden lekeli lekeli olurdu. İllallah ederdi mahallemizin huysuz sakinleri...

Yıllar hem de çok uzun yıllar sonra bir pazar günü...

"Tekrar gelin yavrum. Her pazar gelin." temennileriyle başladı maçımız. Taşların yerini çöp konteynırları aldı. Sahipsiz kalmış sokağımızın ufaklıkları doldurdu hemen duvar kenarlarını. Herşey 15 yıl önce bırakıldığı gibiydi.

Kazım Abi eşi gelince panter kesiliverdi kalede, Önder Abi o kilolarına yenilerini eklemesine rağmen kıvraklığından hiçbirşey yitirmemiş, bir de güler yüzünden, Ersin Abi hep artistti, Kardeşlerim yine ayrı takımlara düşüp birbirini yediler... Ben... Yine çok "düş"tüm...

Yani her şey eskisi gibiydi...

Kim mi kazandı?

Bitiremedik ki...

Asım Amca hala yaşıyormuş... Çok sevindik...

Gelip kalemizi bozdu...

Tıpkı eskisi gibi...

18 Nisan 2009 Cumartesi

Sindirilmiş Çocukların Defterinden V

Ağlayan bir kadın gördüğümde içim çok acır. Bir de iç çeke çeke yüzünü döken bir çocuk aynı acıyı yaşatır bana. İkisi de aynı sokaktan arta kalandır aslında.

Kapısının önünde diz çöküp, burnunun kenarından akan sümüğü dudaklarına sızıyorken hıçkıran çocuğun annesidir içerideki. Yaşamın ağır yükü yetmezmiş gibi bir de kurtarıcı külhanbey efendisinin yükü biner bedenine. Kah yüzüne, kah beline... sözle, dille, kahpelikle... Öyle bir minnettir ki kalmasını sağlayan, çekip gidemez ardına bakmaksızın, terkedemez.

Kenar mahalle kadınlarıdır onlar. Çocukluğumun geçtiği, taştan kaleler kurup maçlar yaptığımız sokaklarda işten dönüşlerine yaptığımız tanıklık kadar keyifli olmazdı külhanbeylerini görmek. "Naber lan" diye sevimli olmaya çalışmaları bir arınmaya muhtaçlığın ilk işaretiydi. Topukları ezik kunduraları ile bir hayatı ezmeye giderlerken ağız dolusu küfürler ederdim sessiz sedasız. Ezilirken de gidemezlerdi. Ağlamaları küfürlerim gibiydi. Gidemediler. Kötü yol kabusu ile sindirilişlerinin farkına bile varamadan kurtarıcıları ile yaşamaya devam ettiler.

Seni pez...klerin elinden kurtardım diyene kadar tüm el-pençe-divan'lığı ile itaat etmeye devam edenlerin dönmemesi umuduyla...

27şubat2009/serkank.