17 Eylül 2008 Çarşamba

YAZI - TURA


YAZI - TURA


Kamera arkasında ne denli başarılı olacak diye çok merak ettiğim Uğur YÜCEL'in, senaryosunu yazıp, yönettiği ve işin bir de bu tarafından bakmaya ne dersiniz edasıyla beyaz perdeye aktardığı ilk sinema filmi. Teknik özellikleri ile de kayda değer bir yapımdır "Yazı-Tura". Ancak işin o kısımlarına hiç girmeden şunu söylemek isterim; bana kalırsa "Türk sinemasında tüm zamanların en iyi ilk üç filminden biridir".

Bir insanın hayatını nasıl çalarsınız. Herşeyini. Varını, yoğunu, bacağını ve hatta kulağını... Tam da bu noktada işin siyasi taraflarına girmek yerine bizi alıp o insanların hayatına sokuyor Uğur YÜCEL.


Şeytan Rıdvan: Olgun ŞİMŞEK (Şapka çıkartılası bir adamdır kendileri)


Umutları olan, iyi topçu, askerden dönünce yavuklusuyla evlenmeyi düşünen, anasının üzerine tir tir titrediği tazecik bir delikanlı. Tek kusuru bir bacağını bastığı mayınla kaybetmesi. Bir hayatı zehretmeye yetermi sana ait olmayan bir bacakla yaşamak. Yetermiş. Cevabını alıyoruz Rıdvan'ın yaşamına dahil olduğumuzda. Ve bu dahil olduğumuz yaşamın final sahnesinde "ben iyi değilim" dediği anasının yüzündeki ifade ile mıhlanıp kalmıştım koltuğa.


Hayalet Cevher: Kenan İMİRZALIOĞLU (Bir kez daha şapka çıkartıyorum)


Onun üzerine söylenecek çok söz yok aslında. Aynı patlamada kulağını yitirmiş ve üzerine bir de büyük depremle alt üst olmuş bir yaşam. Kirli bir hayatın içinde kendi büfesini açıp kurtulma sevdası bu depremle alınıyor elinden. "Gazi Büfe"... Yıllar sonra karşılaştığı abisine kirli bir barın ruj akan taburelerinde söylediği "benziyor muyuz lan birbirimize g.t lalesi" repliği, öfkesini değil de kendi yitmişliğini resmedişidir aslında. Peki ya dahil olduğumuz Cevher'in hayatındaki finalde söylediği cümle neyin resmedilişdir. Kendisini yakalamaya gelen polislere: "Kelepçe takmayın ulan kelepçe takmayın. Gaziyim ben. Bu ülke için kulağımı verdim ben." ...


Filmden çıkınca üzerimden kamyon geçmiş gibiydi. Yalnız başıma izlemiştim filmi. İki üç saat kendime gelemediğimi sonra gidip bir yerlere içmeye başladığımı hatırlıyorum. (Bir de yıllar önce izlediğim "Dövüş Kulubü" bu denli sarsmıştı beni. Ve geçen yıl izlediğim "Barda" ile bir miktar aynı hale düşmüştüm)
Yazı-Tura.

Medyanın harcamaya çalıştığı Uğur YÜCEL'in dim dik filmi. Ellerinden öpüyorum kendisinin. Ve "Hayatımın Kadınısın"ı fasulyeden sayıp bizi döven filmler çekmeye devam etmesini dört gözle bekliyorum.


İyi Seyirler...

15 Eylül 2008 Pazartesi

sislen-me



SİSLEN-ME


- ...

- Hangimize geldi bu mesaj.
- Neden sesi kısmadınız arkadaşım.
- Sadece kendin uyanmalıyken bizi neden kabusuna dahil ettin.
- Ne yapmamız gerektiğini bilen var mı?


Farkında mısınız? Şimdi tam da düştüğümüz bu çukura kusuyorken, bastığımız balçık bizi kendine doğru olanca hızıyla çekmekte. Ne yapıyoruz peki? Çırpınmıyoruz batacağımızı düşünerek. Oysa belki de çırpınmalıydık kolayca teslim olmak yerine.


Kredi kartlarına serenatlar yapılan bir çağa hoşgeldiniz...


- Cevap vermeyi düşünmüyor musun?
- Zamanın geldi...
- Gitmelisin arkadaşım, çağrılıyorsun...
- İyi de kime geldi bu mesaj?
- Kim uyandırdı beni? Kim?

Hangi oyunlarda başlamıştı bütün bu kurmaca. Ustanın ölümüyle neden devraldık yağcı dükkanını. Oysa yas tutmalıydık hep birlikte. Satmaya başladığımız bal gibi bünyemizken biz yeni oyunlar peşinde devam ettik eğlencemize. Çok severdik körebe'yi -ki- alışkanlık edindirildik büyüdükçe. Şimdi gözlerimize çaput bağlamadan dağlıyorlar gözlerimizi pek sevilen diziler eşliğinde. Birkiüç tıp'a ne dersiniz. Oynuyoruz hep birlikte. Hangi vakit tıp demiştik de tüm varlığımıza peşkeş çekilirken dahi oyun-bozan olmamak uğruna gıkımızı çıkartmamıştık.

- Hey sen... Evet evet sen...
- Hiç sesin çıkmadığına göre sana geldi o mesaj.
- Kıvrılıp kalmış. Halinden belli zaten.
- Gitmelisin arkadaşım, çağrılıyorsun...

- Tekrarlayıp durma sen de bulduk işte o'ymuş...


Çirkin ol dedikleri bumuydu. Bakın çirkin olduk. Hem de çok çirkin. Bu danışıklı savaşlar, bu yoksulluk, bu yoksunluk, otellerin havalandırma mazgallarında ısınmaya çalışan tinerci çocuklar, ırzına geçilen vücutlar... beyinler... hayatlarımızı kapıp kaçıyorlar. Biz ise cüzdanımızın peşindeyiz. Ortalık mafyadan geçilmiyor. Çocuklarımızın organlarını deşmek için ne zaman kaçıracaklar diye paranoya içinde korkuyla kaçmıyor muyuz her şeyden, kirli bir dünya bu.

Sis bastırdı heryeri, ve şimdi göz gözü görmemekte; bir selam uğruna bile...


- Işığın şiddeti artıyor. Yumun gözlerinizi.

- Gidiyorsun arkadaşım, direnme...
- Yine kurtulduk millet.

- Evet, ama "sıra bize de gelecek"...

Gelecek. Haklısın küçük cenin. Ve biz az evvel gelmek istemeyen arkadaşın gibi zorla sizi buraya çekeceğiz ve bu yetmezmiş gibi her yıl bu kabusu türlü şenliklerle kutlayacağız.

"ı .... you bonus"

6 Temmuz 2008 Pazar

Arıları Katledince


Arıları Katledince



“İnsanoğlu, bu dünya için ciddi bir tehdittir.”

Filmin sonlarına doğru bir bilim adamından duyduğumuz bu cümle kendimize dönüp bakışımıza bir nebze olsun ışık tutar mı?

Sevdiğim yönetmenlerin filmlerini izlerken pek fazla objektif olamıyorum sanırım. Çünkü Shyamalan’ın The Happening (Mistik Olay)’i eleştirmenler tarafından “yine” beğenilmedi. Oysa sadece derdiyle ilgilenen, bunu adam gibi anlatan ve oraya buraya çarpmayan bir film “The Happening”.

Oldukça sert bir başlangıçla (tüyler ürperten intiharlarla) seyreylemeye koyulduğumuz “Mistik Olay” diğer kıyamet ve doğal afet filmlerinden bu tavrıyla da ayrılıyor. Her zaman alışık olduğumuz üzere önce karakterleri anlat, onları bize tanıt ardından bu kötü olay onların başına gelsin güzergahında ilerlemiyor. Konuya balıklama dalıyor ve ne güzel ki tam da bu sebepten izleyeni sıkmıyor. Ve hatta olmazsa olmaz mutsuz aile figürlerine oturtulan başrol oyuncularımız sanki ironik bir parodi gibi duruyor filmde. Onların mutsuzluğunun anatomisine girip günah çıkarma törenlerini uzatmıyor.

Shyamalan’ın filmografisinde karşılaştığımız sürpriz final beklentisi bu kez boşa çıkıyor. Sadece ara ara filmdeki karakterlerle “neden”i sorguluyorsunuz. Ama kabul etmek istemesenizde bir sera sahibinden gerçek dökülüveriyor. “Doğa insanoğlundan intikam alıyor.” Hem de dehşet verici bir şekilde. Anlamlandırlamayan intiharların ilk sebebini terör saldırılarına bağlamaları Shyamalan’ın Amerikan paranoyaklığına inceden bir eleştirisi olarak yansıyor teoriler arasında. Ardından medyanın CIA şüphesi ve hatta bundaki ısrarcılığı… Oysa katletmekte olduğumuz, yeni yerleşim alanları uğruna yakıp yokettiğimiz, kirlettiğimiz, anlamaya çalışmadığımız, gerçeği varken plastiklerinden medet umduğumuz “doğa” kendi savunma mekanizmasını çalıştırarak kendini yok edenleri yok ediyor. Sırayla… Ve filmdeki en yardımsever bir o denli antipatik karakterden dökülüyor öfkesi. “Dünya beni önemsemiyor ki ben neden önemsiyim.”

Duyarlı bir film "Mistik Olay". Bizleri daha duyarlı olmak üzere tehdit eden aynı zamanda. Salondan ayrılınca plastiğine dahi sevgiyle bakmamızı sağlayan...

2 Temmuz 2008 Çarşamba

Howl'un Sorgusu




Howl'un Sorgusu


Yoksunluğum yalnızlığımla yüzleşecekken
Vurup kendimi dar odama

Aynalarıma bakıyorum tek tek

Hiçbirinin söyleyeceklerine kulaklarımı tıkamadan

İhmal etmişliğin verdiği mahçubiyetle daha bir özenerek dinliyorum herbirini


İlk turun ardından
Çöküp kalıyorum uzattıkları sorgu sandalyeme

"Neden karabasanların arttı senin"

"Kötücül yaratıkların daha bir saldırgan artık"

"Unutuyorsun... Kendini... Olduğun yeri..."

İyi de dememe fırsat vermeksizin

Dinlememi salık veriyor baş sorgucu aynam

"Ne zamandır bakmıyorsun bize biliyor musun" diyor

İçlerindeki en naifi

"Yok yok" diye atlıyor öfke dolu olanı

"Bana bakıyor da kendisi bunu hatırlamıyordur

Her seferinde alkol geziyor damarlarında ve

Sadece küfrediyor"

Mahçupluğum artıyor...
Ben kötücül yaratıklarla savaşırken

Karabasanlar kabuslarıma zincir atmışken
Meğer...
"Sebep" diyor hepsi bir ağızdan

"Hakediyormuyuz bunu"

Minik alevim zor durumda olduğumu anlayıp

Dayanıyor dar odanın kapısına
Şatom hareket etmeye başlıyor
Oda daha daralıyor...
Kapı açılıyor...

Aynaların parçalanışına bakmaksızın

Alıyorlar beni odadan

Bağrışlarım kalıyor havada

Sebep...

Bu mu istediğiniz...

Hatta tek istediğiniz..

S e b e p...
...

Asansör Kabini

Asansör Kabini


Elimizde kalanla yetinmemiz salık verildi bizlere

Günah dendi yasak dendi

Kalakaldı ellerimiz olduğu yerde

Ne bir türküyle ağıt yakabildik

Ne bir şiire vurulduk

Kaldı yüreğimiz bilinmeyen o yerde

Gidilmemesi gereken o yerde….

Acıyı işlediler tamamen istemsiz damarlarımıza

Ellerinden öteydi şimdi

Sensizlik …

Ve daha acı veremezdi damarlarımdaki ölüm….

Bir asansör kabiniydi şimdi hayatım…

Dibe vuran….

Gelmediğin sürece orada kalan……

Howl'un Yaraları




HOWL’UN YARALARI

Serin bir esintiye bırakıp kanatlarımı

Süzülerek iniyorum,

Sahilimin sakinliğine…

Yunusların hoş geldin serenatına

Önce denizatları

Ardından

Dalgalar eşlik ediyor…

Bu sevimli karşılama karşısında

Saygıyla eğiliyorum

Toplayıp kanatlarımı

Yürümeye başlıyorum

Dalgaların üzerinde

Yaralarıma tuzlu su sıçradıkça

Canımın yanışı

Ürkütüyor denizatlarını

Sanki biliyormuş gibi

Yaralarımın sebebini…

Öfkeli gözlerle alıp yanlarına yunusları

Uzaklaşıyorlar yanımdan

Dalgalar köpürüp kararıyor

Dostlarına eşlik edercesine

Kusuyorlar lanetlenmiş bedenime…

Şimdi tam zamanı diyerek

Arınabilmek umuduyla

Dalıyorum tuzlu sulara

Umursamadan acıyacak yanlarımı

Kulağımda sert bir melodiyle

Derinliğine iniyorum kara suların

En büyük girdaba doğru yüzüyorum

İçine alıp yutmalı bedenimi…

Öyle de yapıyor…

Gökyüzü iri damlalarını bırakıyorken

Kabaran dalgalara

Lanetime daha fazla dayanamayan

Kızıl girdap

Pul döken bedenimi

Tükürüyor, savurarak…

Gökyüzüne düşüyorum…

Kanatlarımsız…

Gökyüzünden düşüyorum…

Hakedilmiş yaralarla…

Düşüyorum…

Karabasanlarıma hazırladığım

Mayın yüklü

Bulutlarıma…

“DÜŞ”üyorum…

8 Haziran 2008 Pazar

Kazançlı Yaşamak


Kazançlı Yaşamak

Huzur içinde öleceğiz. Hiç kimseye borcumuz olmadan. Sevdiklerimize ihanet etmeden. Gözlerimiz kapalı. Onlar için yaşadığımız hayattan göçüp giderken onlar tarafından saygıyla anılacağız. İzlediğimiz filmler, dinlediğimiz şarkılar kar kalacak bir de yanımıza. Tekrar gelseydik bu hayata asla böyle bir hayat istemezken yaşadığımız hayatın adı "kazançlı yaşamak" olacak. Elde avuçta tek bir kazanış yokken hem de.

Tutsaklıklarla dolu bir hayatın son demlerini yaşıyoruz. Bütün isyanımızın, savaşlarımızın huzursuzluğumuzun, çelişkilerimizin yegane sebebi budur. Ne düş kırıkları umurumuzda ne ihanetler ne yenilgiler ne de diğerleri. Hepsi hikaye hepsi uydurmaca. Biz sadece yaşamak istediklerimizin bedelini ödemekten korktuğumuz için kaçıyoruz her seferinde arzularımızdan. O arzular ki yaşama bağlanma sebebimiz olan. Şu lanet hayatı yaşanılası kılan.

Savaşlarımız bitmeyecek asla. Buna izin veremeyiz. Yenildikçe daha bir atıl olacağız o kör kuyunun en dibinde. Elimizde bir kaşık… Tünel açmaya çalışacağız. Tepeden sarkıtılan ipleri hiçe sayarak. O ipler ki bize darağaçlarını hatırlatan.

19 Mayıs 2008 Pazartesi

Barda...



OYUNCULAR
Selim / Nejat İŞLER
Patlak / Hakan BOYAV
45 / Serdar ORÇİN
Nasır / Erdal BEŞİKÇİOĞLU
Çırak / Volga SORGU
Nail / Doğu ALPAN
TGG / Burak ALTAY
Nil / Melis BİRKAN
Sevgi / Nergis ÖZTÜRK
Pelin / Sezen ARAY
Aynur / Meltem PARLAK
Aliş / Şamil KAFKAS
Cenk / Salih BADEMCİ
Barbo / Sarp AYDINOĞLU
Savcı / Eray ÖZBAL

YÖNETMEN
Serdar AKAR

SENARYO VE ÖYKÜ
Serdar AKAR

GÖRÜNTÜ YÖNETMENİ
Mehmet AKSIN

SANAT YÖNETMENİ
Yavuz FAZLIOĞLU

MÜZİK
Selim DEMİRDELEN


Nail, Nil, TGG, Aynur, Aliş, Sevgi, Pelin ve Cenk, yaşları 18 ile 25 arasında değişen genç bir arkadaş grubudur. Günlük hayatın akışı içinde huzurlu ve neşeli bir hayat sürmektedir. Her birinin kendilerine ait sıkıntıları ve çözmek zorunda olduğu problemler olsa da gençliğin getirdiği umutla hayata sımsıkı bağlıdırlar. Kimi evlilik, kimi mezuniyet, kimi düzenli bir hayata adım atma hayalleri içinde olan bu gençler, birden bire hayatlarının tam ortasına giren nedensiz şiddetle büyük bir yıkım yaşarlar.

Bir gece yarısı, arkadaşlarının işlettiği barda son biralarını içip eve dönecekken içeri giren beş kişilik bir grup tarafından silahla alıkonulurlar. Elleri, ayakları, ağızları bağlanan gençler sabaha kadar dayak, işkence ve tecavüze maruz kalırlar. Kendilerini alıkoyan grubun görünürde hiçbir amacı yoktur. Yaşları 20 ile 45 arasında değişen bu grup, hayatlarında eksik kalan her şeyin hesabını hiç tanımadıkları bu gençlerden çıkartırlar.



***


Yorumum :

Ankara'da bir evde yaşanmış bir olaydan esinlenerek yazılan film sinemamızda rastlamaya pek alışık olmadığımız çiğ şiddet ve bol küfürlü tavrından dolayı fazlaca eleştirildi. Ve şiddeti yücelttiği gibi bir ortak kanı oluştu filmle ilgili. Oysa şiddet filmde tamamen anlatmak istenilenlere hizmet eden bir araç olarak kullanılıyor. Aslında olması gerektiği kadar şiddet ve küfür içeren film arka sokaklarda ittiklerimiz üzerine söylenebilecek en ağır sorgulamaların resmidir bir anlamda.

Sokaklarda hergün yaşanan ve hatta yaşadığımız ya da yaşayabileceğimiz bir durum anlatısı. Ve bizi rahatsız etmesinin yegane sebebide bu. Kendi içimizde sorguladığımızda tam da bara sonradan gelen "o" takıma bakışımız "diğer" takımın bakışlarından çok farklı olmayacaktır. Filmi izledikten sonra hala aynı tavrı sergiliyor olmak ayrıca tartışılası bir durumdur.

Bir çok an var üzerinde konuşulması gereken. Mesela; Hakimin söylediği "Ya Selim oğlum olsaydı"...

Sebepsiz Şiddet Yoktur.

Serdar AKAR sağolsun Kurtlar Vadisi'yle indiği tahta BARDA ile yeniden kuruldu. GEMİDE'de ile tavrına vurulduğumuz yönetmen müthiş bir iş çıkartarak Türk Sinema Tarihinin en iyilerinden birine imza atmıştır.
Elbette Nejat İŞLER'i unutmamak gerek... Selim karakteri ile o da tarihe geçmiştir. Ve yakışıklı jön durumundan sıyrılıp en baba kötü adam sıralamasında ilk sırayı almıştır. Filmin kötü adamlarının hepsi iyiydi aslında. Hakan BOYAV (jilet) ve Serdar ORÇİN (45) katıksız kötüydüler.

Hasetten çatlayarak izledim. Çok fazla söyleyeceği olan ve bunu dolandırmadan direk söyleyen bir filmdir BARDA.

Sahibini Arayan Çukur...

Elimdeki kalem ile yazamadığım satırlara küfrediyorum ağız dolusu,
Yürek akıntılarımın kağıda dökülemeyişine.
Bir arpa boyu yol alamamanın öfkesiyle kırıp kalemi,
Kaldığı yerden devam edişini izlemeye koyuluyorum Ruhi’yi
Yüzünden bir damla ter akmayışını, ağır ağır kürek savuruşunu
O kötücül gülüşünü…
Ben bir şarkının kederinde içmeyi bile beceremezken,
Kana kana şarap içişini…
Tutunamadığım dalları gelip alıyor yanıbaşımdan
Sonra kederime dayanamayıp çöküyor karşıma
Bakamıyorum gözlerine
Şişeyi uzattığını görüyorum sadece al ve iç dercesine
Kafamı iki yana sallayıp geri çeviriyorum teklifini
Kulağıma eğilip fısıldıyor
“En azından iyisin sen” diyor “üzülme”…
Ben diyorum … ben… değilim aslında…
Kalktığını, küreğine doğru gidişini görüp söyleyemediklerime küfrediyorum
Avazım çıktığı kadar ağlamak istiyorum
Ağlayamayışıma küfrediyorum
Zil zurna sarhoş olana dek içemeyişime…
Aldığı dallarımı serişini görüyorum,
Ardından bana seslenişini…
“Gel hazır” deyişini…

(...)

Hayatı boyunca sigara içmeyenler aşk acısı çekmeyenlerdir. Her sigara içen mutlaka aşk acısı yaşamıştır demiyorum. Ama aşk acısı çekenin en yakın dostu hatta tek dostu sigaradır. İçin sıkılır canın yanar, karın bölgendeki sancının midenden mi yoksa başka bir yerden mi geldiğini anlayamazsın, göz pınarların sular seller gibi çağlamak ister ama genellikle izin vermezsin, hıçkırıklar boğazında düğümlenir boğar seni ama ölemezsin, her bir yanın kan revan içindedir ama hiçbir tuz sağlayamaz o yaraların kapanmasını, bir telefon yada kapının çalması ve gelenin yada arayanın o olması tek temennindir. Ama bu gerçekten imkansızdır. Bütün bu sancılar yaşanırken yanında bir tek dostun bile yoktur ve hatta olmaması en iyisidir. Çünkü hiçbir dost bunun tesellisi olabilecek yetiye sahip değildir. “Unut onu” “boşver” yada “başkası yok mu” dostlarıdır onlar. Üzülmemizi istemezler üzülmek anamızın ak sütü kadar helalken.
Bir tek o anlar bizi. Bir tek o hiçbirşey söylemeden onunla acımızı paylaşmamıza izin verir. Biz onu tüketerek rahatlarız ve muhtemelen o da bundan büyük bir haz alır. Tek başına kesmeyeceğini bildiğinden tükenmesine yakın bir arkadaşını gönderir imdadımıza ve biz onu da tüketiriz…
Dost bildiği hiçbir tutuş boğmaz onu. Bu tutuş zamansız bir tutuş olsa dahi.
Biz de bütün bu sebeplerden ötürüdür ki onu çok severiz. Onunla ayrılığa tahammülümüz yoktur. Bütün ayrılışlardan sonra sığındığımız tek kapıdır. Zaman zaman ondan da ayrılmayı düşünmemize rağmen bunu yapamayız. Bırakamayız onu ve kankalarını. Bu ya bir bardak çay yada bir şişe biradır ki biz onları da severiz. Takılırız öyle mutlu öyle mes’ut… öyle biçare öyle umutsuz… öyle acı içinde öyle ölümü bekler… Beklediğimiz gelir bir gün... gözlerimiz açık… elimizde son cıgaramız… elbette göçeriz… sebebi o sevgili dostumuzdur… biliriz… ama vazgeçemeyiz…

Son Sürat...

Bir sessizlik kadar ömür biçildi
Bu sevdaya
Dediler ki;
Geçecektir elbette üzülme
Kır kolunu içinde bırak yenin
Kimseleri huzursuz etme
Bozma hayatın gidişatını
Kimseye faydası olmadı
Zarardan başka bir şey bırakmayacak sanada
Neler geçmedi ki bırak bu da geçecek dediler…
Bak hayat ne güzel
Gülümse yeni gelen güne…
Güneşe…
Üzme kendini
Bakma gözlerine…
Düşünme….
Evet evet onu düşünme…
Bak her şey o zaman daha da yoluna girecek
Sana onu hatırlatan her şeyi çıkart hayatından
Sigarayı bırak
Güzel giysiler al…
Yeni bir şeyler oku…
Çocuk avutur gibi gün’le güneş’le çiçek’le böcek’le
Avun…

Tam gaz yollara vurdum kendimi
Yüksek sesle şarkılar dinledim
Sigara üstüne sigara içtim
Şaraplar yetmedi yüreğimdeki sızıyı azaltmaya
Kulağımda defalarca çınlayan ‘geçer’leri kesmeye
Bir sessizlik kadar ömür biçildi sevdama

Karşıma çıkan ilk duvara tam gaz tosluyorum şimdi
Ve tüm hayatı sessizliğe gömüyorum….

Kahve...

karamsar ve yoksul zamanlarda ağırladık sevdayı
çay ve sigaradan öteye gitmedi ikramlarımız
bir kek olsaydı mesela
ya da ; kaymaklı tel kadayıf…
yemeğe kal diyebilseydik keşke
yemekten sonra da birer kadeh pembe şarap…
ya da şuraya bir döşekte
senin için atalım kalıver bu gece deseydik…
diyemedik…
bizim son kozumuz
bir fincan kahveydi
o da zaten şekersizdi…
işte bu sebeptendir ki
sevda
her seferinde erkenden gitti

Apolet...

En büyük zaafımız... kendimize olan inançsızlığımız. Kaptırıyoruz bir girdaba bedenimizi yanısıra beynimizi nereye çekilirsek oraya gidiyoruz... Dibe... En dibe...
Canlı canlı gömüyoruz kendimizi, bu yetmezmiş gibi birde kürek kürek toprak atıyoruz... çıkışsızlığımızın temellerinin sağlam olması adına.
Ölüm her geçen an daha bir işliyor damarlarımıza... ve biz kaçınılmaz olan tüm tecavüzlerden zevk alıyoruz. Kusuyoruz... Kahkahalar savurarak...
Üniformalarımızı giyip her seferinde kaybedeceğimiz yeni savaşlara hazırlanıyoruz. Bastığımız her mayın yüreğimizden bir parça alıyor. Direncimiz kırılıyor. Kalelerimiz satın alınıyor cüz’i miktarlara. Sattığımız her kale apoletlerimize yıldız olarak işliyor. Daha fazla saygı için daha fazla kale satıyoruz. Daha çok saygı duyuluyoruz. Aynaya her baktığımızda kendimize ve varoluşumuza küfrediyoruz...

Kolluk Kuvvetleri

Kolluk kuvvetlerini gördüğünde yolunu değiştiren eski bir hükümlü gibiyim.
Ara sokaklara sapıp uzaklaşmaya çalışıyorum şimdi korktuğum her şeyden.
Bulduğum ilk kapıdan dalıp içeri uykuya dalmak istiyorum
Yastığa gömüp başımı yorganı çekiyorum üstüme
Kaçmak istediğim karanlığın tam göbeğine atıyorum kendimi
Bir silah arıyorum
Iskalama durumunuda hesap ederek birkaç mermi istiyorum yanısıra
Çirkin suratlı satıcı hiç düşünmeden veriyor cüz’i miktarlara hepsini
Sonra çıkıp sokağa aramaya başlıyorum
Bulduğum ilk yerde vurmak istiyorum
Bir marketin önünden geçerken yanımda beliriveriyor birden
Hiç düşünmeden dönüp basıyorum tetiğe
Iskalıyorum…
Kaçıyorum hemen ordan ardıma bile bakmadan onunda kaçtığını biliyorum
İlk ara sokağa dalıp ilk kapıdan içeri dalıyorum
Uyuyorum…
Gücümü toplayıp uyanıyorum…
Atıyorum kendimi yollara…
Bulup öldürmem gerekli gözlerine bakmadan…
Yakınımda olduğunu hissediyorum.
Yanımdan ağır aksak ilerleyen arabanın yan koltuğunda görüyorum apansız
Basıyorum tetiğe.
Bu kez vurmuş olmam lazım
Iskalamış olmam imkansız…
Olamaz… Bu imkansız… Koltuk boş. Arkamı dönüp dev camekanlara bakıyorum.
Orda işte.
Birkez daha basıyorum tetiğe.
Allah kahretsin… Yine olmadı…
Etrafıma bakınıyorum şaşkın ve öfkeli…
Ne çabuk karşıya geçtiğini sorgulamadan atıyorum yola kendimi
Ona doğru koşuyorken onunda bana silahıyla birlikte koşarak geldiğini fark ediyorum.
Duruyorum…
Bir korna sesi çınlıyor kulağımda. Hızla bir aracın ona doğru geldiğini görüp
Yeniden doğrultuyorum silahımı
Ben yapmalıyım bunu.
Seni ben öldürmeliyim.
Tetiğe dokunuyorum…
Silahın sesi ile fren sesi birbirine karışıyor.
….
Ölüyorum…

Ruhi'nin Daveti...




Hiçbir bekleyiş getirmeyecek o hep bekleneni
Ve yalnız çürüyen zamanlar ağırlayacak
Ağır kapılar ardında bizleri
Ellerimiz titrek gözlerimiz buğulu sesimiz çatal çatal
Tırnaklarımız uzun… Yüzlerimiz ifadesiz…
Şaraplar sunulacak kapıdan girer girmez
Şişelerle…
Sizi bu bile paklamaz dercesine

Çirkin ellerimize bakacağız utanmadan
Tüm sebepleri bilmemize rağmen sorgulamaya devam edeceğiz
İhtimalleri tüketip ikiye indirince…

Ruhi seslenecek elinde şarabı ile
Hoş geldiniz sevgili dostlar
Küçük beden hayatlarınızı alıyorum
Yerine…
Şarap veriyorum… Afyon veriyorum…
Hoş geldiniz…






Howl'un Tik Tak'ları...



Akıp giden zamanla birlikte yeni bir sanrı krizi eşiğine sürükleniyor ne idüğü belirsiz zihnim.
Tik tak sesleri beyin çeperimi bombalıyor.
Her bomba önce hafif kanamalara yol açıyor.
Aynı yere denk gelenler zırhımı zayıflatıyor.
Saçlarımın yapışık kaldığı bir zar kalıyor sadece ve son bombayla patlıyor o da.
Kapkara yapışkan yaratıklar çıkmaya başlıyor delikten.
Çıktıkça büyüyorlar.
Onlar büyüdükçe kanatlarım çoğalıyor.
Düşemediğim yolların girişindeki gişede buluyorum kendimi.
Kanatlarım ağırlaşıyor...
Yaratıklarım çoğalıyor...
Bir buton basımı hamlem ve hızla yanaşan savaş gemileriyle başla atışı patlıyor pistin tam ortasındaki hakemin silahından.
İzleyenlerin "haydi" çığırtılarıyla kanatlarımı mahmuzluyorum.

Howl'un Kabusu...




Ayağını yılan sokan otobüsüm acı bir çığlıkla duruveriyor
Silkilerek uyanıp bakıyorum ayağına
Başını okşayıp sakinleşmesini sağladıktan sonra
Emip alıyorum zehri
Büyü...
Bu bir büyü...
Tüküremediğim zehir kanıma bulaşıyor...
Aaahhhhh...
Canım acıyor...
lan sürünerek bacaklarıma dolanmaya başlıyor
Tepkisizliğimle birlikte bedenimi sarmalıyor
Hangi çağdan geldiğini bilmediğim bir çığlıkla irkilip
Zor bela atıyorumşarı kendimi
Kim dikti bu gökdelenleri
Ve neden en tepesindeyim sorgulamalarını bırakıp bir kenarı
ıp kanatlarımı süzülüyorum şatoma doğru
Sakinliğime... Sakiliğime....

15 Mayıs 2008 Perşembe

Nazan Öncel Kunduram, Sandukam, Zembilim...



kunduram su aldı da yürüyemiyorum
diyorlar yar senden vazgeçmiş inanmıyorum
içime korku düştü derdimi dökemiyorum
kunduranı yama dertlerini yama
ne şan şöhret isterim ne servette aklım kalır
sen gidersen can gider gerisi burda kalır
parası da pulu da yerin dibine batsın
sen bana ben sana hasret mi öleceğiz
düşümde seni gördüm
uzanmış yatıyordun
bal dudaktan öptüm
sandukam da potur var goynek var giyemiyorum
menzilim uzaktır yanına varamıyorum
dertlerin birini saysam binini sayamıyorum
bir sevda türküsü tutturdum da gidiyorum
düşümde seni gördüm
ayazda yatıyordun
koştum üstünü örttüm
zembilimde katık var ekmek var yiyemiyorum
lokmalar dizilmiş boğazıma yutamıyorum
yildizları görsem denizi göremiyorum
bir özgürlük çayına hasret mi öleceğiz
düşümde seni gördüm
için için ağlıyordun
al yanaktan öptüm

Asfalt Dünya Katil...



Küçük bir hırsızdım ben
Yıldızları gökten çaldım
Şimdi bir katil oldum bak

Beni hiç sevmezsin bilirim
Pusudaki vahşi bir kediyim
Yada soğuk sinsi bir yılan

Kolların bana açılır
Hiç istemesende
Tüm sana gelişlerimin hepsi tuzak

Gider gelir,döner durur
Yolunu kendi bulur hayat

Yalanların girdabında,büyüdüm ben oyunlarla
Zalim aşkın annesi
Beni besler kucağında

Kötü bir alışkanlıktım
Sinsice kanında dolaştım
Şimdi sana sahip oldum bak

Benden kurtulmak istersin
Umutsuzher kaçışında
İlacın için dönersin yine bana

Asfalt Dünya Sakın...





Ben acı satın alırım; göğsümde bak onca yara var
Ben acı satın alırım; yitirilmiş umutlardan
Ben aşk satın alırım; elimde bak yapma çiçekler
Ben aşk satın alırım; terkedilmiş yüreklerden

Birileri var benim gibi, güneşi aya benzer
Birileri var bizim gibi, hüznü göğe değer

Dost gibi yakın, sen üşürken soğukta
Kendini sakın, çıplakken konuşma

Ben gülüş satın alırım; yüzümde bak onca çizgi var
Ben gülüş satın alırım; içimdeki çocuklardan
Ben umut satın alırım; ard arda geçse de bu seneler
Ben umut satın alırım; çok uzakta bir yerlerden

Birileri var benim gibi güneşi aya benzer
Birileri var bizim gibi hüznü göğe değer

Dost gibi yakın, sen üşürken soğukta
Kendini sakın, çıplakken konuşma

Küresel Isınma ve Kayıp Arılar...

Sınıf Dizi Müziği Herkes Aynı Hayatta...



herkes aynı hayatta
kendini birşey sanma
ne kadar çok bilirsen
o kadar bela başa

sen bilirsin aslında
aklımdan geçenleri
zaman herşeyi çözer
şu beklemek olmasa

gözlerimi açsam da
sen çıksan karşıma
gel beni azat et
kayboldum karanlıkta

ben bizi unutmam
gitmek yakışmaz bana
yolcuyuz hayatta
sen gel otur yanıma

Şizofren...

ben ruhi’nin yanardağıyım
bütün hükümdarlıkları yok edecek kadar
lav barındıran içinde
sadece fitili ateşleyen değil
bütün yaratanlarım alır nasibini benden…
önemsenmeyen ruhi’nin
önemsenen yanıyım
ben ruhi’nin kırılgan kalbiyim
gelmeyeceklerini bildiği halde bekleyen
bekledikçe tükenen
saçları dökülen
elleri titreyen
aynaya bakıp kendine küfreden…
toplama yanıyım ruhi’nin
dağılmaya yüz tutan…
ben ruhi’nin ilmik hazırlayan eliyim
tetik çeken
şırınga iten
hap atan
yalnız bırakılmaya gelmeyen…
iskemleye çıkarır tekme atarım
döndüğünüzde açamadığınız kapının
ardında bırakırım ruhi’yi
ve siz çığlık çığlığa yalvarırsınız bana
kapıyı açmam için
oysa iş çoktan işten geçmiş
sabır taşı çatlamış
bardak taşmış ve her yer göl içinde kalmıştır
ben ruhi’nin katiliyim

bir tek tutuş koparır
ruhi’yi benden
ve
katilim olur
o küçücük parmaklı
sıcacık tutuş…

Adem İle Havva'ya Darağacı...




Ne ne istediğimin farkındayım
Ne de farkında istediklerim
Derinden çekilmiş bir sigaranın dumanına sarılsam
En güçlüsü gelse yıkamayacak
Ya da bir bakış derinden
En güçlüsünü bile yıkacak
Fazlalık her şeyi çıkartsak üzerimizden
Bir tek kask yetse kafamıza
Darağaçlarını kırıp döksek
Mermileri saklasak
Ruhi’yle birlikte bir sürü diyazem içsek
Ve uyusak… Uyusak… Uyusak…
Beş milyon yıl önce uyansak
Yeni darağaçları hazırlasak…